İsmail Özmen-HACIM SULTAN OCAĞI VE DEDELİKLE İLGİLİ BAZI ÖZEL İDDİALARA VERİLEN YANITLAR

HACIM SULTAN OCAĞI VE DEDELİKLE İLGİLİ BAZI ÖZEL İDDİALARA VERİLEN YANITLAR

“Biz kimiz,kimleriz”? gibi kimlik/soy sop arama, araştırma sorularını sorma ve yanıtlar arama her insanın doğal hakkıdır.Bunu düşünenler elbette çok, ama yazıya dökenler parmakla sayılacak değin az. Aziz köylüm,ilkokuldan sınıf arkadaşım, çok değerli ozan İsmail Karacan (Üzgünü) büyük emek vererek karıncalar gibi çalışarak;babası rahmetli Halil Karacan(1904-1984)’dan dinledikleriyle ve yaşlı köylülerin anlattıklarını kulak ardı etmeyip, derleyip toplayıp, kendi bildiklerini de katarak, babasının dedesi Kargı Hüseyin (1842-1935)’in ona söylediklerini cönk defterinde yazılı olanlarla karşılaştırıp irdeleyerek, nüfus kayıtlarıyla da değerlendirip”Karaca Köyü’nün Kuruluşu ve Gelişimi”(2007)adlı özgün kitabını yayınlamış. Ankara’daki oğlundan bir yakınım kanalıyla ulaşıp inceleme fırsatı bulduğum bu eserinden dolayı, arkadaşımı büyük emek verdiği, ince eleyip sık dokuduğu ve böyle bir eser yazıp gün ışığına çıkarma cesareti gösterdiği için ayrıca kutlarım.İsmail Karacan’ın yeğeni ozan Mustafa Karacan da, dayanaksız ve desteksiz çala-kalem yazdığını tahmin ettiğim”Karaca Bey Ailesine Dedelik Nasıl Verildi?” başlıklı karanlık noktalarla dolu iftira tüten yazısını, bir kısım köylülerimizin aylık çıkardıkları”Karaca’nın Sesi” adlı gazetede yayınlamış, bana bunu da yeni getirdiler, inceledim. Anılan yazıda ve kitap da geçen, bana yanlış gelen bazı nokta, husus ve iddiaları haddimiz olmadan naçizane yanıtlar vermek suretiyle açıklığa kavuşturmak, hata ve yanlışların düzeltilmesi için katkılarda bulunmak istiyorum, elbette benim de hatalarım, yanlışlarım olacaktır,olursa, her zaman gerçeğe dönüp,yanlışlarımı ve hatalarımı düzeltmeye, özür dilemeye hazırım! Yalnız gerçek gerçektir,onu hiç bir zaman asla ve kat’a unutmayıp belleğimize gerçekleri değiştirmeye kalkmanın hiç kimseye bir yararı olmaz diye yazalım.
Öncelikle, Mustafa Karacan’ın”Karaca Bey Ailesine Dedelik Nasıl Verildi?” başlıklı yazısındaki bazı iddialara tam ve doğru yanıt verebilmek için bu yazıda geçen bazı kavram, terim ve sözcüklerin yeri gelince,önemli kamus/lûğat ve sözlüklerdeki etimolojik, sosyal, tarihsel, bölgesel ve yerel anlamların doğru, açık, yanıltısız olması/verilmesi lâzım geldiği kanısındayım. Bundan sonra, anılan yazıda önesürülen çeşitli iddialara-kimseyi kırmadan, incitmeden- soğuk kanlılıkla akıl, mantık, akl-ı selim ve bilgi çerçevesinde doyurucu, doğru, açıklayıcı, gerçek ve eksiksiz yanıtlar verilmesi, biz aydınlar için hem bir vicdan borcu,hem görev hem de bu konularla şimdi ve gelecekte ilgilenenleri /ilgilenecekleri ve şimdi yaşayan tüm ilgilileri yanılgılara düşmekten, yanlış bilgiler edinmekten,boş yere birbirini düşürüp üzup kırmaktan kurtarmış oluruz; nesnel düşünceler içinde hareket etmeye, kılı kırkyarmaya çalışacağım. Şöyleki; I-)İddia: Mustafa Karacan’nın yazısındaki ilk iddia’ya göre, “Beydili Boyunun Karacaluoymağına bağlı olanlar, 1514 sonrası şimdiki Karaca köyü arazisi sınırları içinde değişik yerlere kışlamak üzere yerleşmişlerdir. O dönemde bu yerler Kumarı, Çemiş(Çimiş), Yaylacık,Toros vd. gibi yerlerdir.Oymağın başın da o tarihlerde Feyruz(Firuz) Bey vardır, o yıllarda Feyruz(Firuz) Bey’in H. 928(M.1521)’de bir oğlu olur, adını boyun adına uygun olarak Karaca koyarlar.Feyruz(Firuz) Bey, Hacı Bektaş Dergâhı mürididir”, demekte, özetle böyle söylemektedir.Acaba bu iddialar doğru mu?Tarihi kaynakları kendi çapımızda araştırıp baktığımızda: O dönemle ilgili tarih kitaplarına ya da eldeki mevcut belgeler incelendiğinde görülen durum ne? Bu bağlamda öncelikle, (1530-1580) tarihleri arasında devletçe düzenlenmiş resmi Malatya tahrir defterlerinde, bu iddialarda geçen adlarla ilgili hiçbir bilgi ve kayıt bulunmadığı gibi, o dönemlere ait anılan konularda yazılmış olan, Faruk Sümer’in 1992’de yayınlanmış “Oğuzlar (Türkmenler)” adlı kitabının “Beğ-Dili” boylarıyla ilgili tarih ve kısmen de folklorik bilgiler içeren açıklamalarında (225-234);Ömer Özbaş’ın “Gaziantep dolaylarında Türkmenler ve Baraklar” (1958) adlı eserinin (6-8, 28-29 ve 33); Ali Şahin’in “Güney Anadolu’da Beğ-Dili Türkmenleri ve Baraklar” (1962) adlı yapıtının (26, 30-35) ve Ali Rıza Yalgın’ın “Cenupta Türkmen Oymakları-I” adlı röportaj kokan derlemesinin(30-35.)sayfalarında yer alan konularla ilgili yönlerde toplanıp irdelenen tarihsel bilgilerde yeterli açıklamalar yapıldığı görülür. Bu tarihsel bilgilerde, sözü edilen bahisleri ilgilendiren olaylara, durumlara gelişmelere baktığımızda, Beğ-Dili boyunun çok büyük, dağınık ve dinamik biçimde Halep’ten Dıyarbakır yaylalarının sonlarına değin yayılıp dağılmış Boz-oklu bir Türkman boyu olduğu; iddiaların geçtiği XV.ve XVI. yüzyılın ilk çeyreğinde, bu boy beğ ailelerinin, özellikle Beğ-Dili boyunun (1690-1691) ve (1710-1712) tarihlerinde yapılan Rakka İskânları sırasında boyun ‘başbend’i (reisi) Firuz (Feyruz) Beğ’in emrindeki aşiretin ana koluyla gelip kendilerine iskân yeri olarak gösterilen, Ağca-kale’den Rakka’ya kadar uzanan yerlerde, yani Belih çayı kıyılarında iskân edilip; Colab’a yerleştikleri, F.Sümer’in kitabının(s.229) aldığı ozan Dedemoğlu’nun bir şiirinde açıkça ironik belirtildiği; ancak, Osmanlılar’ın Rakka’da iskân edilen oymakların başlarındaki beğlere itibar edip mevki /makam göstermedikleri, değer vermedikleri ve özellikle devlet memurlarının iskân edilen halka haksız muamelelerde bulundukları, yapılan şikâyetlerin hiçbirinin kaale alınmadığı, onlara görevlilerin yardımcı olmadıkları bu ve benzeri gerekçelerle, Beğ-Dili boyunun beği, iskâncı başı olan Firuz (Feyruz) Beğ’in sonradan meydana çıkan hatıralarında bile”bu fena yerlerde yaşanmaz ” diyerek bir kısım seçme obaları ile birlikte, o süreçte İran’a gitmiş olduğu belgelerle ve o dönemin yerli âşıklarının söylediği şiirlerle sabittir. Şah Tahmasb döneminin sonlarına doğru belki de daha sonra İran’a gelen Firuz(Feyruz) Beğ ile yanındaki beyleri orada şaşayla karşılayıp Türk asilzâdeleri arasına dâhil ettikleri, yüksek memuriyetlere getirildikleri görülür.Firuz (Feyruz) Beğ, İran’dan bir daha dönmez, orada kalır; orada Karaca adlı bir çocuğu oldu mu olmadı mı, bilmiyoruz. Yalnız Feyruz Beğ Anadolu da değil, İran’da Hakk’a yürümüştür.Bu kesin,Büyük Karacalu, Küçük Karacalu oymaklarının Rakka iskânı fiyaskosundan sonra, bölünüp Mersin(İç-İl) hudutlarında Toroslarda yayladıklarına ilişkin belgeli bilgi iz ve işaretlere rastlanmaktadır.Padişah III. Murad (1574-1596) döneminde, boyun diğer14 oymak beyi oymak adlarıyla zikredilerek, 150 atlı ile Avusturya’ya yapılacak sefere çağrıldıkları, hazırlanan Beğ-Dili listesinin başında Feyruz(Firuz)Beğin değil;en büyük oğlu Şahin Bey’in adının yazılı olduğu görülür(Sümer 227) . KezâRakka’ya yapılan iskân işlerini başta,Şahin Bey yürütürken bir ara, Feyruz (Firuz) Bey iskân işlerine de el atar.Sonrası malûm.Böylece Beğ-Dili’nin güzel günlerinin sona erdiği türküler de bile yansıtılır. Dahası, 1690/91’de Rakka’ya iskân konusunda yazılmış bir belgede; Tatarlu, Acurlu, Çepni, Kılıçlı v.s. aşiretlerin iskân yerlerinden ayrılıp firar hâlinde oldukları, bunların Malatya ve Elbistan sahasına bırakılmamaları için, Malatya mutasarrıfına emir yazılmış; ayrıca 1710-1717’de bazı aşiretlerden bin hâne halkının Rakka’ya iskânları için emir verilir.Bu bilgi resmi belgelerle sabit (BOA.,MD.101s.11;Ahmed Refik Anadolu’da Türk Aşiretleri s.96-97).Maraş, Sivas-Malatya arasında yoğun Türkmen boylarının çok fazla toplanmaları nedeniyle, ihtiyaç gösterilerek Dulkadiroğulları eyaletiyle birlikte, anılan iller arasında (Yeni-İl) adında yeni bir il oluşturulmuş, bu yeni iki ilin sınırları içine çevredeki yoğun toplulukların yerleştirildiği görülmektedir ki, bu boyların kışın Halep’te kışladıkları, yazın Maraş, Sivas Uzunyayla/Pınarbaşı yaylalarına çıktıkları anlaşılmaktadır. Yine sabit olmayan bir söylentiye göre de, 1698’de,Yeni-il’e yerleştirilen Beğ-Dili’nin Boz-Koyunlu,Kara Şeyhli obalarının Elbistan kasabasına yürüyerek burayı 40 gün kuşattıkları, 500 kişi öldürüp 500 kadın ve çocuğu da tutsak ettikleri söylenirse de, aslında F. Sümer’e göre, bu çok mühim ve inanılması güç bir olaydır; kaldı ki, Elbistan yöresi adı geçen Beğ-Dili obalarının yolları üzerinde bulunan bir yer de değildir(F.Sümer s.227). Bu bağlamda, yukarıda açıklanan tarihsel bilgilere dayanarak, Feyruz(Firuz) Beyin yaşadığı ve İran’a göçtüğü yıllar ile, anılan İDDİA’larda sözü edilen Feyruz Bey oğlu Karaca’nın doğduğu söylenen (1521) ile İrana göçtüğü 1698 tarihi arasında yaklaşık 177-180 yıllık bir süre bulunmaktadır ki, bu süre, iddiayı hem zaman, hem biyolojik yönden tutarsız hâle getirmekte, hem de bir insanın o yaşta çocuk yapma olanağının imkânsız olduğunu bir daha kanıtlamaktadır. Görülen o ki, bu bilimsel gerçekler karşısında iddianın hayalî/uydurma olduğu kesin kanıtlanmış olmaktadır. Kaldı ki, Beğ-Dili boyunun beği Feyruz(Firuz)Beğ’in bazı oğulları anılan kitaplarda birçok nedenlerle üstlendikleri görev, işlev ve işlerle birlikte sayılıp gösterildiği halde, Karaca, Karaca bey adında bir oğlunun bu tarihlerde esamesi bile okunmuyor.Özetle; Feyruz (Firuz) Beğ’in, çocukları arasında (Karaca ya da Karaca Beğ) adlı bir oğlu yoktur.Karaca Bey yok ki Kara Hacı diye bir oğlu da olsun. Şayet İran’a, göçüp yerleştikten sonra böyle bir oğlu doğmuşsa onu bilemeyiz, ama doğsa bile geri dönüp oymağın başına geçmesi, tarikata girmesi, o dönemde Hacım Sultan dedelerine görüldüğü iddia olunan Karaca Köyü oymaklarının kimler oldukları bile bilinmiyor, bu oymak halklarının başka dedelere görülüp görülmedikleri bile belli değil; hatta sözüm ona Hacım Sultan’ın “bel evladı”(?) olduğu söylenen, aslında varsa bile kim olduğu, nerelerde olduğu bilinmeyen “Kara Hacı” adlı hayali dede/şahsın çevre oymaklarda dedelik ettiği iddia olunan Kara Hacı’nın ihtiyarlayıp yorulunca, yol bilgileriyle donattığı yine Karaca Bey oğlu hayali Kara Hacı piri Kara Hacı’nın kurduğu hayali Hacım Sultan ocağı Malatya şubesi(!)nin dedeliğini devir/terk ederek Uşak Banaz’daki Hacım köyüne, gerçek ocağına döndüğü şeklinde tamamen mesnetsiz İDDİA’ları belgesiz, kanıtsız, dımdızlak “ben dedim oldu” yakıştırmasıyla ileri sürmektedir. Tâ baştan bu yana, XIX yy.ın sonlarına değin Hacı Bektaş Dergâhı Çelebilerine bağlı olup, bu dergâhın Çelebi post-nişinleri tarafından atanan ve XIX. yüzyıl sonlarına değin kayıtları titizlikle tutulan (Hacım Sultan Ocağı zâviyedârları) arasında adı geçen bizim hayali Kara Hacı’nın adına rastlanmadığı kayden sabittir Aslında Bektaşilik tarikatına girip mürid, derviş kademelerini geçerek; baba, dede, mürşid postnişin olunmasına ilişkin defter, kayıt, icâzetnâme /hüccetnâme, padişah fermanı gibi belgelerde bile hiç bir bilgi, mit, iz, işaret, menkîbe bile yoktur (F.Sümer,229-234;Yusuf Hallaçoğlu TDİVA Beydili.c.6, s.56-57).Yalnız, o dönemde çevrede Türkmen boylarının en yoğun olarak toplandığı Maraş/Dulkadıroğlu Beyliğinde bu beylik müstakil bir beylik iken başında, o dönemin anlı/şanlı beylerinden biri olan, Bozokların Bayad boyundan olması muhtemel Karaca Beğ adında bir bey vardır ki, bu bey, Bozok ve Ağaçeri Türkmenlerini toplayıp Maraş-Elbistan yöresinde Dulkadiroğulları Beyliğini (1337)’de kurmuştur.Adı geçen bu bey, 1335 yılında Kilikya’ya kadar uzanan sahada yağmalarda bulunmuş, Elbistan’a bol ganimetlerle dönmüş. Elbistan’a döndükten sonra bir süre Türkmen beylerinden Taraklı Halil’le mücadele etmiş, sonra 1337’de Şam valisi Tengiz’in delâletiyle Memlûk Sultanı Melik Nasır Muhammed tarafından Elbistan yöresindeki Türkmenlerin başına getirilerek, Memlûkların himayesinde (1337-1522)’ye kadar iki asır sürecek müstakil bir beylik kurmuştur. Bu bölgede kurulmuş olan Dulkadiroğulları beyliğinin başında bulunan Karaca Bey sonradan oluşan olaylar sonunda yine Memlûklular tarafından Kahire’de 1353 tarihinde öldürülmüş, yerine de oğlu Halil Beğ getirilmiş, Halil Bey Malatya’yı Eretna Beyliğinden alıp kendi beyliğine katmıştır (M.H. Yinanç, İ.A.c.III.s.654 vd.;RafetYinançDulkadiroğulları.DİVA. c.9,s.553-557) Yanıtlamaya çalıştığımız iddialardan(I.İDDİA)’nın ana konusu olan (Karaca-Karaca Bey) sözleri her halükârda bu “Dulkadirli Karaca bey” olamaz, çünkü bu durum iddiada verilen (1521) tarihi ile Dulkadirli Karaca beyin öldürüldüğü (1353) tarihi birbirine yakın bile değil;168 yıl sonraki bir tarih. Bu Karaca, masaldaki(Kurt Karaca) hiç olamaz. Yine öncelikle söylemek gerekir ki; ne Feyruz (Firuz) Bey, ne Feyruz (Firuz) Beyin çevresindeki kendisine sıkı sıkıya bağlı Beydili boyunun yüreği/temeli sayılan ana oymaklar, ne de bu büyük boyun diğer oymaklarından olan “Küçük Karacalu, Büyük Karacalu” oymakları şimdiki Karaca köyü arazisine gelmemiştir;yani büyük çoğunlukları, ya da belli bir bölümü/kısmı, o tarihlerde Diyarbakır yaylalarında bulundukları yöreleri terk ederek, ya da Beğ-Dili’nin diğer oymaklarından bir kaçı boyun başkanı Feyruz (Firuz) Bey ile, birlikte ortada hiç bir iz, saik, neden yok iken, Padişah /hükümet emri/fermanı olmaksızın durup dururken, çok uzak yerlerden kalkıp Malatya sınırları içinde ki, susuz Karaca köyü arazisine, kaçak ya da izinli , neden, niçin gelip girsinler ki diye düşünüp tahmin yürütebilirsiniz; yine acaba, hamile hanımını orada (Karaca,Karaca Bey) adlı oğlunu doğursun diye mi getirdi diyebilir siniz? Hayal kurmakta iddia sahibleri gibi sizlerde serbestsiniz, hürsünüz. Elbette böyle düşünmek böyle söylemek, böyle hayal etmek ciddi insanlar için doğru olamaz, abes sayılır. Demekki, kısaca bunların hepsi boşhayâl,saçma-sapan iddialar! Nasrettin Hoca misâli, ‘göle maya çaldım ya tutarsa’, atma, yapıştırma olayı. Resmi kayıtlarda ne böyle bir belge, iz, işaret olgu, ne mitolojikde olsa böyle bir öykü, destan,masal, roman yok, olamaz da.İsbat yolu açık,hodri meydan.Feyruz Bey’in olayımızla ilgisini kanıtlasınlar.Kaldı ki, eldeki kayıt ve belgelere göre o tarihlerde Halep’te nüfus açısından ikinci sırada bulunan Harbendelüler, Osmanlı Devletinin Halep vilâyeti dâhilinde konar göçer Halep Türkmenlerinden oluşan büyük bir grubdur. XVI.yüzyılda Halep Türkmenleri başlıca, Beğ-Dili, İnallu, Harbendelü,Bayad, Köpeklu, Avşarlu ve Gündüzlü Avşarı gibi büyük oluşumlar ile Kargız, Kızık, Kaçılu, Acurlu, Döğer, Kınık, Eymür, Bahadırlu, Karakoyunlu gibi küçük oymaklardan oluşmaktadırlar.Malatya tahrir defterlerinde en çok adları geçen “Harbendelü, Halep Türkmenleri”. Harbendelü isminin, İlhanlı Hükümdarı Olcaytu Harbende’nin isminden geldiği söylenir.Malatya tahrir defterlerinde geçen “cemaat-ı-Harbendelü” nün Halep yörüklerinden oldukları bu kayıtlarda da aynen böyle yer almaktadır.Zaten Malatya tahrir defterlerindeki kayıt dipnotlarında Bey-Dili boyu adına hemen hemen hiç rastlanmaz.Bu bağlamda bu grupların tahrir kayıtlarına o dönemdeki “der-liva-yıMalatya Kazası”na bağlı ‘Arguvan nahiyesi’nde büyük çoğunluğu, kısmende’KicikHacılu nahiyesi’ hudutları içinde bir iki köy kaldığı görülür.Bu iki nahiyenin bağlı oldukları Malatya tahrir defterlerinde ve ekleri haritalarda gösterilen “Kumarı-Çemiş (Çimiş), Hacı Köy, Yaylacık,Toros, (Karaca-Viran), bir başka (Karaca-Viran), Karacalar, Kurd Kuyusu, Dibi köy, Han köyü, Uzuncakuyu” gibi küçük yerler Arguvan nahiyesi içinde kalır.Bu yerlerde kışlayan beş-on evlik(hane) halklarının kimlerden oluştukları, boyu ve oymakları kesin olarak belli değil; Beğ-Dili oymağının başında bey olarak bulunduğu söylenen Feyruz (Firuz)Bey gerçekte ne Karaca köyü arazisine gelmiş; ne de H. 928 (M.1521) ‘de (Karaca,Karaca Bey) adlı bir oğlu olmuştur, güya doğan oğluna bu oymağın adı olan (Karaca) adını verdiği de tamamen hayaldir.Bu konularda hayali senaryoya uygun ne bir olay,ne olgu, ne bilgi, ne belge vardır; böyle bir olay asla vaki olmamış,yine o bölgede böyle bir olayı doğrulayan, yarım-yamalakta olsa kıyısından köşesinden geçip vurgulayan, temas eden hiçbir belge, bilgi, iz, işaret bile yok,biz göremedik, varsa lütfen gösterin. Gelelim, daha sonra ki olaya, (1527-1552)yılları arasında Hacı Bektaş Dergâh’nda gerçek kırılma yaratan (1526-1527′)’deki “Kalender Çelebi” İsyanına, o dönemde Karaca köyü arazisinde kışlayan obaların isyandan kaçarak bu yerlere gelip sığınıp sığınmadıkları hususuna.Bu konuda da elde belge, dayanak yok.Hatta Kalender Çelebi İsyanı neden gösterilerek, güya Beydili’nin Karacalu oymaklarndaki müridlerini görmek için, Uşak /Banaz Hacım köyünden gelen Koluaçık Hacım Sultan dedelerine geçici olarak görülüp, tarikat icra etmiş oldukları da hayal, bu süreçte güya Hacı Bektaş’a çok bağlı bir mürid olan Feyruz(Firuz) Beğ (buna ilişkin de elde hiçbir delil yok);Firuz (Feyruz) Bey’in inanç mezhebi/tarikat durumu hakkında hiçbir bilgimiz yok, boş tahmin,Feyruz (Firuz) bey nerede ne zaman Hakka yürümüş, iddiaya göre Malatya’da mı? Hayır, tarihî gerçeklere göre FeyruzBeğ’in, Anadolu’da değil, İran’da Hakk’a yürüdüğü kesin; Oymağını /boyunu onun ölümünden sonra güya oğlu Karaca Bey yönetmeye başlamış. Böyle bir şey yok; oymağı Feyruz (Firuz) Beyin ölümüyle hatta daha doğrusu İran’a gitmesiyle Beydili boyunu Feyruz (Firuz)Beyin oğullarından en büyüğü olan Şahin Bey’in yönettiği açık ve kesin. Karaca Bey isimli bir oğlunun Anadolu’da doğmadığı, İran’da doğmuşsa, elimizde böyle bir kaydın, bunu doğrulayan bir belgenin seceresel bilginin bulunmadığı, kısaca İDDİA konusu olan Karaca Bey’ adındaki birinin Beğ-Dili boyunun başına bey olarak hiç geçmediği elimizdeki seceresel tarihsel kayıtlarla sabit. Yanıtlamaya çalıştığımız bu İDDİALAR doğrultusunda/paralelinde ve daha önceki tarihlerde,bu kez İsmail Karacan’ın”Karaca Köyü’nün Kuruluşu ve Gelişimi(2007)” adlı ilk kitabının 14. sayfasında yer verdiği görülür: “….bunlardan ilki Dulkadiroğulları torunlarından olan Feyruz Bey’in oğullarından Karaca Bey’in bu günki Karaca çevresindeki, “Örenlerde” yerleşmiş Türkmen obalarını bir araya toplaması sonucu(güya) köyün ismi Dulkadiroğullarından Feyruz Bey’in oğlu Karaca Bey’in isminden geliyormuş; ve bu isme izafeten Karaca olduğu tarihi bir vakıa imiş.” Tabi ki bu iki iddia bazı farklılıklar taşısa bile, kül olarak bir bütün; birleştirdiğimizde aynı içerik ve doğrultuda oldukları hemen görülür. Öncelikle, Feyruz(Firuz)bey, Dulkadirli değil. Bu boş dayanaksız yalan iddialara gerçek demek imkânsız,çünkü bu konuda, hem olayların geçtiği zaman süreçleri farklı, dönemleri ayrı; hem de olayların birbirine uygunluk ölçüsünün bulunmadığı açıkça ortada; en önemlisi bu konularda elde herhangi bir belge, kanıt,olgu, işaret bile yok. Temelde bunların hangi belgelere, kayıtlara,kanıtlara dayanılarak böyle büyük iddialar ileri sürme cesaretinde bulundukları anlaşılacak gibi değil. Gerçekten bunları doğru anlamak, imkânsız, garipsememek olmaz.Belki şu anlaşılabilir, insan, tarihte bu adları, boyları, aşiretleri çok sevebilir, bu duygularla onları şiire, romana, öyküye, masala, mite/efsaneye konu edip oralarda istediği şekil ve derinlikte sevgi, hayal kurabilir; çapına göre bu alanlarda at oynatıp, coşkun yazıp çizip üreterek ortaya çıkardığı ürünlerini sergileyebilir, o onun yeteneğine kalmış bir iş, biz buna sadece saygı duyarız, ama küçük çapta da olsa, aileselde olsa keyfinize göre tarihe konu olay ve olguları değiştirerek, tarihi çarpıtmaya, değiştirmeye, yanıltmaya kalkmak doğru olmaz,buna hakkınız yok; olamaz da.Evet, gelin hep birlikte bu boş-yalan iddialar yerine, elimizde gerçekleri doğrulayacak, destekleyecek sağlıklı belge, kayıt, bilgi ve deliller varsa, gelin bunları, birlikte ortaya koyup irdeleyelim, irdeletelim; ya da, elimizde, tarihte var olduğunu sandığımız uzağımızdaki delilleri, belgeleri yine hep birlikte ciddiyetle ve titizlikle arayıp tarayıp toplayalım, bulduklarımızı titizlikle değerlendirelim; dahası gelin yine hep birlikte bunları ve benzeri yalan-dolan şeyleri iddia olmaktan çıkarıp, bilimsel araştırma konusu haline dönüştürelim, geçmişimizi her açıdan (köy ya da aile çapında bile olsa /öyle kalsa bile) güzelce aydınlatalım, gelecek kuşaklara örnek ve nesnel bir inceleme/raporu olarak sunalım; kezâ aynı yapıdaki bu çirkin büyük iddialara ve benzerlerine doyurucu yanıtlar verme bağlamında buluşalım. Boşa kürek çekmek, hep danesiz harman savurmak doğru olmaz, bundan kaçınalım.Boşa emek harcamak doğru değil, gerçeklerin gölgesinde oturup duralım, derim.Bu bağlamda öncelikle ana ve temel sözcük/kavram olan “Karaca” sözcüğünün anlamları üzerinde lügatî/filolojik, etimolojik dilsel, tarihsel ve bilimsel açılardan anlaşıp birleşelim, diğer hususları, varolduğunda söz edilen ve çoğu sanrıya dayandığını sandığımız delil, belge, bulgu, işaret güçlü izlenimlere dayanılmadan öyle boşa kürek çekmeyelim, onları nesnel ve bilimsel irdeleyip müşterek sonuçlar çıkararak,ondan sonra ana konumuza girip çok yönlü düşünüp değerlendirelim,derim: Şöyle ki;Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı’ Türkçe Sözlük”ün I. cildinin 646. sayfasında: “karaca (I) s. rengi karaya yakın olan, esmer ;(II) a. hayb.Geyikgillerden, boynuzları küçük ve çatallı bir av hayvanı (capreolus); (III) a. ana. üst kol, üst kol kemiği,kol kemiği. şeklinde tanımladığı, görülür. Ayrıca, ‘Karaca’ sözcüğü; insan ad ve soyadı, yer, köy, semt, dağ adları; aile, oymak/boy, aşiret namları vs. olarak da kullanıldığı gibi, daha başka ad, sıfat ve işlevle yüklenilip kullanıldığı olasıdır.Sosyal, tarihsel,bölgesel ve ailesel yapıda titizlikle nesnel-tarafsız aydınlık bir akılla, iyi-sağlıklı bir bellekle araştı bulalım, çağdaş bilim ve doğruluk bunu gerektirir: 2-) Bu bağlamda, (Karaca)sözcüğü, tarihsel kapsamda bölgesel yerel köy, mezra, yer adları; sözlükteki anlamlarından sıyrılarak yeni manâlar kazanır. a) Rafet Yinanç ile Mesut Elibüyük’ün 1983’de eldeki mevcut tarihsel kaynak ve verilere göre titizlikle çalışıp birlikte hazıladıkları”Kanunî Devri Malatya Tahrir Defteri 1560)” ile müstakil kazaları,merkez kazayı oluşturan nahiyeleri; b) Göknur Göğebakan’ın 2002 tarihinde ayni titizlikle, büyük bir emek ve çabayla hazırladığı “XVI.Yüz yılda Malatya Kazası (1516-1560)”adlı benzer konuları titizlikle detaylarına inerek işleyen yapıtların içeriklerinde ve ayrıca bu iki kitaba eklenmiş ölçeksiz eski ve yeni yazılarla donatılıp düzenlenmiş yönlü haritalarda: (Karaca) sözcüğünün köy, mezra adı olarak önsüz-ardsız-tek başına yazılı şekilde, her iki kitap ve haritalarda yani yaklaşık1500 ilâ 1700 yılları arasında geçen zaman diliminde, bu ad tek başına bu küçük bölgede, köy(kariye), mezra, semt mevkii yer adı olarak geçmemekte, yer adı olarak hiç kullanılmamıştır; tek olarak yoktur; bu bilgi kaydan ve resmen sabit ve doğrudur.Ancak, yine bu iki kitaba konu tahrir defterlerinde ve eki haritalarda ‘Karaca-Viran(iki yerde) ve ‘Karacalar ‘ köy (kariye) adları olarak geçmekte. Bu adlar, Malatya tahrir defterlerini titizlikle dikkatle incelenip irdelenen ilgili diğer kısım ve bölümlerinde; (ç.Der Liva-yı Malatya-Argavun Nahiyesi Yerleşim Yerleri) orta başlığı altında ve yine her iki kitaptaki ek haritalarda yer almaktadır;bu yazılımları dipnotlarıyla birlikte ele alıp titizce değerlendirirsek; a-)”Karaca-Viran” birleşik isimlerinden ilkinin altında verilen bilgi dipnotunda “…1530’da köyün tamam malikâne Divanî hissesi Yusuf bin Abdullah ve Seydi Mehmed bin Seydi Ahmed mülküdür.Bu divanî hisse 1520’den itibaren mirliva hassı, 1560’da köy gelirlerinin tamamı padişah hâslarına dâhil edilmiştir.” denilmektedir(Göğebakans.241),Burada tanıdığımız kimse var mı? Hayır, Bu notlardaki isimleri hiç birimizin ve hiç birinizin tanıdığı var mı, yok. yok yok. bb-) İkinci”Karaca-Viran”birleşikismi altında,”1520 ve 1530’da köy olmakla birlikte nüfus kaydedilmemiş olan bu köyün 1547’de 13 h.,1m. ve 1560’da 17h., 15m.nüfusu vardı. Buğday, arpa, pamuk dikilen köyün 1530’da 1/2 malikâne hissesi Kâtip Ramazan mülkü,1/2 hissesi de Yusuf Bey evlâdı mülküdür.1547’de köyün divanî geliri mirliva hâssına ait iken,1560’da padişah hâslarına dâhil edilmiştir…”denilmektedir(Göğebakan s.243). Burada da iddia sahiplerinin ve sizintanıdığınız biri var mı?Hayır. Bizim de tanıdığımız bildiğimiz kimseler yok. cc-)Mezra-ı Karacalar: Rafet Yinanç ile Mesut Elibüyük’ün adı geçen kitabının 169. sayfasının 295. sırasında yer almaktadır.Der-Liva-yı Malatya-Arguvan nahiyesine bağlı bir mezra olarak gösterilmiş, vergisel, mali, gelir dökümleri yapılmış oturan ahali hakkında hiçbir bilgi verilmemiştir. Göknur Göğebakan’ın kitabının 459.s.daki haritada Kiçik Hacılu nahiyesi içinde Karacalar, (Karaca) yazısı yer aldığı halde,Kiçik Hacılu nahiyesi kısmında böyle bir köy ve notu gösterilmemiştir.Sonraki yıllarda yapılan tahrirlerde bu isme açık ve kesin biçimde ya da telmihli bir anlatımla (bey adı) şeklinde rastlanmamaktadır.Yani şimdiki Karaca köyünü ve mevcut aile köklerini, secerelerini gösterir, ima eder içerik ve nitelikte bilgiler olmadığı halde; yine her iki kitapta verilen tahrir defterlerinde; özellikle Göknur Göğebakan’ın hazırladığı kitapta, her birim için mahalle, köy ve mezra olmak üzere mali, ziraî, ekonomik, sosyal ve vergisel gelir dökümleri, bazen de oturanların, sahip ve maliklerin boyu, soyu-sopu, kısa seceresi sergilendiği şeklinde kısa notlar verildiği; yine vergilemek amacıyla lâzım olacak, köy ya da mezra adları, hâne, mücerret /bekâr miktarı, mülkleri kime ve kimlere ait oldukları, hâs ve zeâmet, vakıf durumları, ayrıca yetiştirilen ağaç, tahıl,bostan, bitki cinsi, gelirleri paraya tahvil edilerek, tahmin ve dökümü v.s. durumlarını gösterir şekilde hesaplanarak bu konudaki açıklamalar yapılmaktadır.1500 tarihli tahrir defterlerine göre Şehir, Kasaba, KiçikHacılu, Arguvan, Keder Beyt, Cubas, Muşar, Kömi, Karahisar, Ağce Dağ nahiyelerinden meydana gelen Malatya kazası,Malatya, Gerger, Kâhta, Behisni, Divriği ve Darende kazaları ile birlikte (Malatya Sancağı)nı oluşturmaktadır. 1518 tarihinden farklı olarak 1530’da sancağa Divriği ve Darende kazaları eklenmiştir.1547-48 tarihli icmal defterine ve 1560 tahririne göre Malatya sancağı Malatya, Gerger, Kâhta, Behisni kazalarından ve 1530 tahririnde gösterilen nahiyelerden meydana gelmekte ve bu tarihte Darende ile birlikte Divriği ve Arapkir sancakları müstakil görülmektedir (Göğebakan s.50) İkisi KiçikHacılu, diğerleri Argavun nahiyesi hudutları içinde kalan Kumarı-Çemiş (Çimiş), Hacı Köy, Yaylacık,Toros, (Karaca-Viran), bir başka (Karaca-Viran) ve Karacalar, Kurd Kuyusu, Dibi köy, Han köyü gibi yerlerde kışlayan ahalinin, bu yerler halkının oluşturduğu’oymağın’ anılan tahrir ve icmal defterlerinde Beydili’li, Dulkadirli veya bir başka boydan olduklarına dair herhangi bir not ve işaret bulunmamaktadır. Yalnız Uzunkuyu, Kurd Kuyusu, Yaylacık, Toros mezraları adları altına konulan kısa notlarda kezâ yine tahrir defterlerinde bazı yakın köy ve mezraların da adları altındaki notlarda ora sakinlerinin kimler olduğu (Harbendelular, Halep Türkmenleri ve yörükleri…) olduklarına ilişkin kısa kayıtlara rastlanmaktadır.Elbette,Bozok boylarından olan Beydililerin ana kolunun Halep Türkmenleri olduğu 40 obadan teşekkül ettiği, 1573 tarihli bir mühimma kaydında Malatya’da “Çepni” taifesine rastlandığı, İzolu, Rişvanlı, Atmalu, Balhasanlu,Adaklu, Kalacuklu, Acurlu, Tatarlu gibi konar göçer aşiretlerin yaylak ve kışlaklar arasında sürekli hareketlerde bulundukları kayıt ve belgelerde belirtilmektedir.Hatta Eneze Arapları’nın baskılarıyla Halep ve çevresinde bulunan Türk aşiretlerinin Anadolu içlerine göç etmeye başlamaları üzerine, 1550’den itibaren Anadolu içlerinde yapılan iskânlardan daha farklı şekilde Bozulus, Yeni-il, Halepten Rakka’ya-Türkmen aşiretlerinin yerleştirilmelerine başlandığı sabittir.Halep-Rakka çizgisinde 1594′ de Malatya sancağındaki isyanlarıyla meşhur olan Rişvanlı, Balhasanlu ve Selmanlu aşiretlerinin teftiş edilerek, bunların da bazı konar göçer aşiretlerle birlikte Rakka’ya iskânları için önhazırlıklar yapıldığı; ancak bu iskânın pek başarılı olmayıp gerçek bir fiyaskoyla sonuçlandığı yazımızın yukarıdaki bölümlerinde açıklanmaya çalışılmıştır. O tarihler de, Karaca köyü halkının saf Beydili yahut Dulkadirli Türkmeni, Halep Yörükleri, şimdi bile, Adana ve çevresi illerde adları Şam-Bayatlı olarak anılan Türkmenlerinden ya da şu bu boylardan ya da bazı boyların obalarından oldukları belli olmakla birlikte bunların hangi boydan, hangi soydan oldukları kendi iddiaları dışında genelde dahi sosyal bölgesel açılardan bile bunlar açıkça, belli ve kesin değil.
3-) İsmail Karacan’ın anılan kitabında dediği gibi, “Karaca Köyünün bugünkü yerine gelmesi ve Karaca ismini alması tarihi1650” midir? (s.99) Belki.Bu dahi açık, kesin ve belli değil,bu konuda bile dayanak, belge yok. Sadece tahmin. Yine, köy halkının, “Kalender Çelebi İsyanı “ile ilgi ve bağlantılarına ilişkin elimizde açık bilgi yok. belli değil, iz bile yok, sadece tahmin, olsa, bulsa bir araya gelse, var, bu ise iş görmüyor, karın doyurmuyor, isyana katılanlar arasında, bizim parçası olduğumuzu iddia ettiğimiz, Beydili’nin,hangi obaları katılmış,katılanlar arasında hangi boyların adları var belli mi? “Osmanlı kül yutmaz”.Sadece “Karaca-viran”lardan birinin dipnotunda, köyde kimse yok denmesi,isyana katıldıkları için kaçtıklarını değil, ahalinin sayım sırasında vergi vermemek için kaçıp saklandıklarını söyleyip gösterebilirler.Çünkü yine bazı köylerin tahrir dipnotlarında benzer örnekler, vergi vermemek için kaçanlar var. 4-a)Adnan Işık’ın “Malatya (1830-1919)” adlı 1998’de yayınlanmış kitabının (293-330) sayfa larında yer alan (h.1312 (m.1894/1895) yılında Malatya kazalarının mahalle, köy mezra adları ve nüfuslarını gösteren listeleri içeren “Ma’mûret’ül-Aziz Salnâmelerin’de Malatya”ana başlığı altındaki 298. sf.da yer alan listenin 6.sırasında,(Karaca karyesi) 70 hâneli 405 nüfuslu bir yerdir. Bu durumda tarih, Karaca köyünün şimdiki yerinde toplandığı tarih olamaz. b)Ayrıca Mustafa Karacan’ın, (Leğenuşağı) kök ailesine nedense çok kızdığı, üstü kapalı nokta karalamalarda bulunmayı sürdürdüğü, bunların hepsinin iftira/itham kokan boş sözler olduğu açık,besbelli. Yine mesnetsiz, delilsiz, belgesiz, dayanaksız şekilde Karaca Köyüne (1720-30) yıllarında “anasının yanında Hekimhan’ın Üğürcük Baltacıbaşı köyünden gelen Hüseyin ismindeki (Leğen Hüseyin)” iddiasına gelince, anılan yıllarda ‘Baltacıbaşı’ köyünün adı bile meydanda yok; şimdiki yeri meşelik orman ağaçlarla kaplı bir bölge, ağaçları daha kesilmemiş, böyle bir yerleşim yeri henüz kurulmamış. Üğürcük köyünün yine Baltacıbaşı gibi Malatya tahrir defterlerinde adı, sanı okunmuyor,yok, yok..Yalnız Adnan Işık’ın “Malatya (1830-1919)” adlı yapıtında yer verdiği “1894/95 tarihli Ma’mûret’ül-Aziz Salnâmelerinde Malatya”da, köy adları ve nüfus dökümü başlıklı çizelgesinin (328.)sayfasında (Uğurcuk) köyü (11)hane, (38) nüfuslu bir mezra olarak gösteriliyor; ama orada da efsanevî Baltacıbaşı köyünün esamesi bile okunmuyor. Mustafa Karacan’ın dayanaksız, belgesiz, iftira/itham kokan iddialarından biri daha balon gibi patlayıp sönüyor.Bu bağlamda şu resmi belgeye bir bakın, sizde şaşırın, biz bununla yetinmiyoruz;durumu daha da delillendirmek istiyoruz: (H.11 Nisan 1301/M.1873/74)’de,Elazığ ili/Keban ilçesi/Arguvan nahiyesi/Karaca karyesinin (köyü)nün resmi nüfus yazımında (Leğenuşağı) kök ailelerinin durumunu da sergilemek istiyoruz; Yine tekrar edelim elbette bu nüfus yazım tarihi köyün kuruluş tarihi olamaz). Ama Abbas Kuşdoğan’ın Keban Nüfus Müdürlüğünde eski yazı uzmanı yeminli bilirkişiye resmi tutanaklarla yazım tarihinde tesbit ettirdiği gruplar halindeki (Leğenuşağı) aile bireylerinin yazımdan önceki aile adları, o dönemde yaşayan bireylerin isim, doğum tarihleriyle bir bir tespit ettirilmiş, dört dörtlük beş adet resmi tutanakta bir bir gösterilmiştir; bu bağlamda;Hüseyinoğulları(4.cilt,52.Hane,77.s.da)9kişi;(Ahmedoğulları(4.cilt,5.Hane,130s.da)7kişi,Cumaoğulları 4. Cilt, 3Hane, 130s.)8 kişi; Ahmetoğulları (Hamza Ağa ve 8 kişi); ayrıca Köy Malatya/Yazıhan ilçesine bağlandığı tarihten itibaren Yazıhan ilçesi Nüfus Müdürlüğünce tutulan tüm Leğenuşağı ailelerinin (17 hâne/kapı) nüfus kayıtlarını çektirip bunları blok halinde bizlere verme lütfunda bulunduğu için ona teşekkürler ederiz.1874’de o tarihlerde resmen bağlı olduğumuz Keban Kaymakamlığı Nüfus Müdürlüğündeki Leğenuşağı aile nüfus kayıtlarında geçen (Hüseyin Oğulları) tabiri Leğen Hüseyin’i; Ahmet Oğulları tabiri Leğen Hüseyin’in babası SeyyitAhmed’i; Cumaoğulları Leğen Hüseyin’in beş oğlundan biri olan Cuma(Kör Cuma)’yı; Ahmet oğullarından Hamza Ağa tabiri; Leğen Hüseyin’in babası Seyyit Ahmed’i, Hamza Ağa ise Leğen Hüseyin’in dört torunundan en büyüğü olan Hamza Ağa’yı göstermektedir.Bu resmi kayıtlar, çirkin iddia sahibini inşallah mahcup edip,utandırır. 2006’da alınan resmi tutanaklı bu nüfus kayıtlarında yazılan Leğenuşağı ailesinin toplam nüfusu 2006’da kayden 563’dür ve Legenuşağı’nın; 1986 yılında köyün kadostrosu yapıldığı sırada yerleşim hudutları içinde uçakla saptanan(67.000) dönüm araziden yaklaşık (1/3)’ün den fazlası yani tarımsal arazinin eski ve yeni tapu kayıtlarınlarındaki miktara göre köy arazisinin üçte birinin Leğenuşağı ailelerine ait olduğunu göstermektedir.Öyle dağdan bayırdan tek anasıyla gelen biri, bu kadar evlâdı, bu kadar malı o kısa sürede nasıl kazabilir! Hatta onun söylediği 1720-1730 tarihlerinde anasının koltuğunda Karaca’ya geldiği iddiası, onların gelmelerinden biri (yüzonyıl) diğeri yaklaşık (ikiyüzyıl) sonra doğan; iddia sahiplerinin biri 1842 diğeri, 1904 doğumlu babadedeleri ve babaları tarafından görülüp söylenmesi ne kadar gerçekçi,ne kadar doğru…Mustafa Karacan bilhassa, bunları açıklasın.Kendisine ispat hakkı tanıyoruz, ayıp be kardeşim bu çok ayıp! Leğen Hüseyin’in babasının Seyyid Ahmet olduğu hem yukarıda sözünü ettiğimiz Keban aile nüfus kayıtları, resmi tutanaklarla doğrulanmakta; hem de rahmetli Cemal Özbey’in babası, köyün en akıllı adamı ve andığım dönemde köyün en yaşlısı olan rahmetli Ahmet Efendi’nin 1962 yılında, köyün çocukları ile mezarlıktaki türbeyi temizlettiğim sırada, yanımıza gelerek, İmam Hasan(Sümüksüz)’ün türbesinin içinde, sümüksüz İmam Hasan Dede’nin kabrinin yanındaki topraktan yapılı (50-75cm.) yüksekliğindeki mezarı göstererek bana dönüp,”bu senin dedelerinden Leğen Hüseyin’in babası Seyyid Ahmed’in mezarıdır, keramet sahibi, çok iyi bir dede olduğunu, biliyorum. Bina içinde Sümüksüz Hasan Dede ile deden SeyyidAhmed’in kabrinin dışında kalan mezarlar görüyorsunuz, kayıp birbiri üstüne binmiş, toprak olmuş kimin kiminmezarı olduğu bile belli değil, böyle bilmediğimiz belirsiz mezarları bismillah deyip, ruhlarına Fatiha okuyarak düzleyin vebali günahı yok; Koca İbrahim bölümündeki mezarların sahipleri bellidir, onlara dokunmayın” dedi, bunu bizzat bana söyledi ve oradaki ilkokulu bitirmiş birçok kız/erkek köylü çocuk kardeşlerim de duydular, o çıkıp gitti, benim nezaretimde oradaki çocuklar ellerini açıp Fatiha okuyarak rahmetli Gözübüyük Ahmet Efendi’nin söylediklerini aynen yerine getirdiler. Böylece hepimizinde onlar gibi toprak olacağını bilerek mezarlıktaki ölülerimize,orada hürmetlerimizi sunduk. 5-)İsmail Karacan’ın anılan kitabının18.sayfasında”…yukarıda ismini verdiğim kimselerden sonra aynı yere gelen; Hacım Sultanlı yani Alevilikte Dede olarak anılanlar; Kara Hacı oğlu Seyyit Ahmet, onun oğlu Durak, Durak oğullarından:A-Molla Haydar, B-Molla Bektaş, C-Molla Veli diyerek “yeniden başa dönüp, şöyle böyle Karaca’daki bir kaç aile dışında kalanları aile ve soy adlarına göre,(Hacım Sultanlı Dedeler) olarak sıralamakla kalmaz;hatta bu kez Karaca köyü ile yetinmeyip Molla Veli’den olanları, Hekimhan’ın Başkınık ve Basak köylerine dede olarak taşır.Tabii ortada yine ne delil,ne belge, ne icâzet ne bilgi var, yok oğlu yok, yine belge, dayanak,mesnet hak getire! Ben yaptım oldu…Daha sonra köye gelip yerleşenlerden, LeğenHüseyin’in en küçük oğlu Mehmet Ağa’nın yer verip, yaklaşık 1840’larda yerleştirdiği (Omoğları), Hamza Ağa’nın köye 1865 yılında getirip yerleştirdiği (Dedegil)i ve Ağbaba’nın Sivas’ın Zerk köyünden getirip 1830’da köye yerleştirdiği (Kâzımları) gerekçe dayanak göstermeden,neden-niçin gelmişler demeden köye sonradan geldiklerini sayıp duruyor,daha sonradan köye gelip yerleştiğini söylediği Leğenuşağı’nın maruz bırakıldığı üstü kapalı çirkin iddia nedeniyle yukarıda biraz değinip yanıtlamaya çalıştığım bu konuda da delil, belge, kanıt isteyip sorsam, yine su üstüne yazı yazarlar ki bu da ne tarih ne bilgi olur,ne ferman sayılır; kusura bakmasınlar, ne de keyfi dedelik oluşturulabilir. Leğenuşağı’nın gerçek öykülerini. durumları, ile dedelik belgelerini görmek isterlerse”Hacım Sultan Velâyetnâmesi ve Ocakları” (2009) adlı kitabımın ocaklar bölümüne bakılmasını istirham ederim, bunlar orada uzun uzun anlatılmıştır.Mustafa Karacan’ın anılan yazısının sonlarında; İsmail Karacan’ın, kitabının 18. sayfasının baş tarafında sayılanlara “Türkmen, Türk” yani “sade Türkmen” denildiğini, kendilerine yani anılan sayfanın alt tarafında ve karşı sayfada sayılıp belirtilenlere ise “Hacım Sultanlı dede”-Dede Türkmen “, denildiğini yani Alevilikte “Dede” olarak anıldıklarını söylemektedirler.Allah kabul etsin. İnancımız ve insan oluşumuz,bize öğretilen odur ki, hangi koşul ve kayıtta olursa olsun kimseyi küçümsemek,horlamak ötelemek olmaz. gerekmez, bu doğru değildir. Büyük mutasavvıflardan Ebul Vefa Bağdadî hazretleri, anası babası Kürt olan büyük bir evliyadır; bir gün, “Kürt yattım,Arap kalktım “der.Bizim iddia sahipleri de; belki Ebul-Vefâ’yı taklit edip öykünerek,”Beydili Türkmeni/Dulkadirli/Feyruz Bey oğlu Karaca Bey yattık, Kara Hacı’nın himmetleriyle kitapta saydığımız ailelelerin yanına Basak, Başkınık köylerinde belirlediğimiz aileleri de alarak hep beraber birdenbire” “Hacım Sultanlı/Dedeler” kalktık”öyle diyorlar,belki de bana öyle geliyor, kendilerini öyle sanıp öyle görüyorlar. Olabilir, Allah kabul etsin deriz, hayalî de olsa saygımız var.Ama,tarihe karışmayız, tarihsel gerçekler ne der bilmeyiz,o tarihin işi, tarihin işlevi. ‘Ben dedim oldu, ben yaptım oldu’ demekle, ne bir şey olur, ne bir şey değişir demeyelim, yanlışa yanlış, hataya hata diyelim .6-)Mustafa Karacan’ın yazısındaki icâzetnâme,cem, talip dokundurmalarına gelelim, yanıt verelim;(Karaca köyünde talipleri yoktur) yalan iddiasına amcası İsmail Karaca’nın anılan kitabının(32.) sayfasının 1.sütunundaki Haydar Günay (Lobuş Haydar) ve oğulları(Ali,Veli,Hüseyin) ile 20.sayfada (Yoluklar) diye ayıpça nitelendirdiği ve 75, 76.sayfalarda saydığı (Taş) soyadını taşıyan kardeşlerimiz bizim Hacım Sultan taliplerimiz olurlar.Yine Leğenuşağı na mensup olup Yazıhan ilçesi Nüfus Müdürlüğünde kayıtlı (Özkoluaçık, Kuşdoğan,Ülger, Hürrem, İnan, Demir, Özcan,Akkaya, Bektaş, Çelik, Özmen) soyadlarıyla anılan ve 2006’da kayden toplam 563 kişilik nüfusun tamamı, zaten hepimizde yüce Allah’ın kulu ve talibiyiz.Ayrıca Alevi/Bektaşi bir tarikat mensubu olarak yine hepimiz önce Hacı Bektaş Veli’nin ve evlatları olan Çelebi’lerin, sonra da Koluaçık Hacım Sultan’ın kabul buyururlarsa hem evladı hem talibi,hem bendesi hem de müridleriyiz; Leğenuşağı olarak hepimiz birbirimizin sahiden talibleri ve içimizden en yetkin,en uygun ve Kutbul-Aktab,mürşid bildiğimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli evlâdlarından seçilmiş postnişinin tayin ettiği ismen belirlediği içimizden birinin veya bir kaç dedenin de talipleriyiz.Biz cem’izimizi Hz.Balım Sultan talimnâmelerinde belirlenen ve Pirimizin öğrettiği şekil ve kurallara uygun olarak yapar,Hacım Sultan Velâyetnâmesi’nde Hacım Sultan’ın tek başına ya da toplu hâlde yaptığı cemleri yüreğimize yansıtarak dedemizin emir ve uyguladıklarına aynen uyarak,”Hakk-Muhammed-Ali” diyerek, Kur’an’dan hiç sapıp ayrılmadan, “Pençe-yiÂl-i Âbâ”yı sırtımızda duyarak, “El ele, el Hakk’a” deyip,Nur Suresi’ndeki gibi Allah’ın nuruyla ruhumuzu /beynimizi/gönlümüzü yıkayıp, Miraçtan inip Kırklar Cemi’nde Kırklarla birlikte semâh dönen Hz. Muhammed’e her yönden uymaya çaba harcayan, inançlı Güruh-u Naci ümmeti olarak yaşamaya gayret eden “Hacı Bektaş köçekleriyiz”, kim ne derse desin işte biz buyuz. Hz. Muhammed’ in, Hz.Ali’nin, Kerbela şehitlerinin tümünün ayağının tozuyuz.”Eline diline beline;eşine işine aşına sahip ol””gördüğün ört,görmediğin söyleme”kurallarbu 7-) Mustafa Karacan yazısının sonunda; “Leğen Hüseyin ailesinin dedelik icazeti almaları ile ilgili değişik yorumlar ve iddialar mevcuttur.Biz o iddiaları buraya almayı etik bulmadık.Karaca Köyünün saygın aileleri olan bu insanları karalamak gibi bir amacımız yoktur.Bunun, tarihi gerçeklerin saptırılmasına engel olunması için bilinmesinde yarar görüyoruz.”içerikli ve‘ hem nalına hem mıhına vuran bu açıklamayı yapıyor.El-insaf, çamur atiz bıraksın, savur, sonra da dön etik bulmadığını,tarihi gerçeklerin saptırılmasına engel olunması için bunların bilinmesinde yarar gördüğünü söyle!Hayret doğrusu! Bizim elimizdeki icazetnâmeler ne sahtedir, ne zorla, ne para pulla,ne de şu bu sebeble alınmış icâzetnâmalerdendir.Bu icâzetnâmeleri bizlere veren yolumuzun yolağımızın tarikatımızın çok mübârek zâtları, Hünkâr Hacı Bektaş Veli evlâdlarından ulu insan-ı kâmil mertebesinin en yüksek katlarında bulunduklarına sizinde bizimde içten/candan inandığımız Hamdullah Çelebi’den sonra sırasıyla postnişin olan Veliyeddin Çelebi oğlu şair Feyzullah Çelebi (1811-1878),onun oğlu şair Ahmed Cemaleddin Çelebi(1862-1921), onun kardeşi şair Veliyeddin Hürrem Çelebi(1867-1940) onun oğlu Feyzullah Çelebi (1920-1940),onun kardeşi Celalettin Ulusoy(1922-1990),Cemalettin Çelebi’nin torunu Ali Rıza Ulusoy (1910-1968), Feyzullah Çelebi’nin oğlu halen postnişin makamında oturan Veliyeddin Hürrem Çelebi(1942- ) ile Sefa Ulusoy (1936- ) tarafından belirli dönemlerde biz naçizâne insanlara tevdi etme lütfunda bulundukları, bizlere lâyık gördükleri hüccetleri /icâzetnâmeleri şerefle/şanla taşımaktan tüm aile olarak onur ve gurur duymaktayız. Bunlardan biri var ki, her iki cihanda da yâr ve yardımcımız olacağına yine hepimiz yürekten içtenlikle inanıyoruzBütün postnişinleri, onların şahsında Hz.Muhammed’i,Hz.Ali’yi, On iki İmamları, Üçleri, Beşleri,Yedileri,Kırkları Ondört masum pâkları, on yedi kemerbestleri,Hatice’yi Kübrayı,Fatimat-ı Zehrayı pirimiz üstadımız Hünkâr Hacı Bektaş Veli’yı canımızdan çok sevdiğimiz Kolu Açık Hacı Sultan efendimizi; yüzyimidört bin nebiyi,Kerbela şehitlerini,gelmiş geçmiş tüm evliya erenleri onurla selâmlarız.Rahmetli Ali Rıza Ulusoy ‘un yazıp gönderdiği bu gerçek hüccetnâme /icâzetnâme hem yüreğimizde hem de Mehmet Mahir Özkolaçık ‘ın kabrinde mübarek bir “Hüvel-baki” olarak yazılı bulunmaktadır:
“Aslı hanedandır/Hem nesli Tahir
Tarikat müftüsü idi Mehmed-i Mahir
Pir-i Tarikata eyledi otuz sene hizmet
Hacı Bektaş Veli eyler ruhuna himmet
Mehmet Mahir Efendi eyledi vefat
Hasan Hulki diler Muhammed’ten şefaat
Hacım Sultan zade Seyyit Mehmet Mahir”
(1887-1952)
Sayın Karacan’lar! Hangimizin, tarihî gerçekleri saptırdığı, yalan /yanlış uydurduğu, polisiye roman yazdıkları Pir’in icâzetnâmeleriyle işte ay gibi, gün gibi ortada! Bu iki değerli insanın yazdıklarını maalesef ince eleyip sık dokuyarak titizlikle inceliyerek, eleştirmek zorunda kaldım. Çünkü, ben aklen ve vicdanen böyle anlamaktayım.Sağduyu ile böyle irdeleyip düşünerek böyle değerlendirip böyle yorumlamaktayım.Yanılmış olabilirim.Hatam olabilir. Bu yazıda bir hatam, kusurum, yanlışım, abartım olduysa, önce ilgilisinden, sonra herkesten özür dilerim, affımı isterim.Yanılmayan bir Allah derim Ama gerçek durum bu! Anlattığım konuların hiçbirinde yanılmadığımı, yanlışa düşmediğimi çok iyi biliyorum.Ben de böyle bir işe girmek istemezdim.Ama arkadaşların düştüklerini gördüğüm yanlışlar beni de rahatsız etti. Gerçek her zaman her dönem ve her devirde gerçektir, yeter ki gerçeğe saygı duyalım, hepimiz hep onun arkasından korkmadan, çekinmeden gidelim. Unutmayalım ki, hepimiz insanız; “Bezm-i Ezel”de “Elestü bi Rabbiküm?” sorusuna “Beli,Beli”,yanıtı vererek mest olmuşlardanız, hâlâ da mestiz,onun için gelin Gerçeğe Hû, Hakk’a ve Marifete Hû diyelim Hû. 22.10.2017 İSMAİL ÖZMEN